İş hayatının getirdiği kaçınılmaz değişimin, stresin, engellerin ve kayıpların üstesinden gelebilmek, her zaman çok da kolay değil. Özellikle rekabetin yoğun olduğu sektörlerde, uzun süren ve zorlu çalışma koşulları, iş ve özel yaşam dengesini ortadan kaldırırken bireyleri depresyona sürükleyebiliyor. Son zamanlarda giderek daha çok gündeme gelen “Resilience” yani “Dayanıklılık”, hem bireyler hem de kurumlar açısından uzun vadeli ve sürdürülebilir başarıyı yakalamak için önemli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bilgi Üniversitesi Akademisyenlerinden Itır Erhart da zor koşullardan büyüyerek çıkmanın yollarını, gerçekleştirdiği esneklik ve dayanıklılık atölyelerinde bireylerle ve kurumlarla paylaşıyor.
Röportaj: Bikem Ögünç
Günümüzde dünyanın geldiği nokta, ticaretin ulaştığı global boyut, karmaşıklaşan yaşam dinamikleri hem bireyleri hem de kurumları daha esnek, dayanıklı ve çevik olmaya zorluyor. “Resilience” yani Türkçede “dayanıklılık” olarak karşılık bulan kavram da iş dünyasının şimdilerde odak noktasına aldığı önemli konulardan biri. Çünkü bireylerin de kurumların da esnekliğe ve dayanıklılığa geçmişe kıyasla çok daha fazla ihtiyacı var. Yapılan çok sayıda araştırma, iş kaynaklı tükenmişlik sendromu ve kaygının esneklik ve dayanıklılığı yüksek olan bireylerde daha az görüldüğünü ortaya koymuş durumda. Esneklik ve dayanıklılık geliştirmek, stresten kaçınılamayan durumlarda, önemli projelerin raydan çıkmasına engel olabiliyor. Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademisyenlerinden Itır Erhart da ‘The School of Life’ta gerçekleştirdiği “İş Ortamında Esneklik ve Dayanıklılık” atölyesi ile zorlu deneyimlerden sonra kendimizi toplamamıza engel olan psikolojik tıkanmalara, iyileşmenin yolunu kesen temel inanç ve düşünce örüntülerine odaklanıyor. Atölyede kolay öğrenilebilen teknikleri paylaşarak ve başvurulacak duygusal kaynakları belirleyerek, zor koşullarda bile büyümeyi sürdürmenin yolları üzerine çalışılıyor. “Adım Adım” ve “Açık Açık” isimli sosyal girişimlerin de kurucuları arasında yer alan ve sivil toplum gönüllüsü olarak oldukça önemli çalışmalara imza atan Itır Erhart ile iş ortamında dayanıklılığı konuştuk.
Hem bireyler hem de kurumlar için “dayanıklılık” üzerine atölyeler gerçekleştiriyorsunuz. Öncelikle School Of Life hakkında bilgi verebilir misiniz?
School Of Life, Alain De Botton’un ilk olarak 2008’de, Londra’da hayata geçirdiği felsefe, edebiyat, psikanaliz ve görsel sanatların sunduğu yaklaşımlar ve rehberlik aracılığı ile katılımcıları akıllı ve iyi yaşama alternatiflerini keşfetmeye ve tartışmaya davet eden bir oluşum. “Potansiyelimizi nasıl gerçekleştirebiliriz?”, “Aşkı nasıl zinde tutabiliriz?”, “Nasıl fark yaratırız?”, “Nasıl yaratıcı oluruz?”, “Sakin kalmayı nasıl başarırız?” gibi sorulara odaklanıyor. Ben de öğrencilik yıllarımdan bu yana Alain De Botton’u takip ediyordum. Üniversitedeyken kitaplarını okumuştum ve felsefeye yaklaşımı beni çok etkilemişti. Ben de felsefe okuyordum, fakat benim okuduğum haliyle felsefe çok daha teorik ve hayattan kopuk bir bilimdi. Günlük hayatın meselelerine değmiyordu. Alain De Botton’un yaklaşımı ise Antik Yunan’daki gibi hayatın meselelerine daha fazla yöneliyor ve onları sorguluyordu. “Mutluluk nedir?”, “Aşk nedir?”, “Ben nedir?” sorularını soruyor ve bu sorular üzerinden yapılan tartışmalardan çıkan sonuçların da günlük hayata uygulanabilir olduğunu işaret ediyordu. Bu yaklaşımı beni çok etkiledi. Alain De Botton’un Türkiye’ye gelmesiyle birlikte, ilk günden beri bu oluşumun bir parçası oldum. Bu dönem de “Kendimizi Nasıl Tanırız” ve “İş Ortamında Dayanıklılık ve Esneklik” atölyelerini veriyorum.
Dayanıklılığı ve esnekliği nasıl tanımlıyorsunuz? Atölyede neler yapılıyor?
Resilience aslında uzun zamandır dünyada tartışılan, konuşulan bir kavram. Bunun üzerine ben de çok okuma yaptım çünkü benim için yeni bir alan. Aslında hepimizin bir yerinden bildiği ama bir şekilde anlamlandırmadığı ya da ifade etmediği bir durum… Türkçeye çevirisi biraz zor; Latince “resilire” fiilinden türemiş olan resilience, “to jump back” yani “sekmek” gibi bir anlama geliyor. Bir objenin yere attığınızda çarparak sekmesi, aslında size doğru tekrar bir hamle yapabilmesi…
Bunu insana uyguladığınızda nasıl oluyor diye sorarsak, hayattaki zorlukları, travmaları bir büyüme ve gelişme fırsatı görebilmeyi başarmak olarak ifade edebilirim. Yaşadığınız zor durumlara, kayıplara karşı o durumun içinde esneyebilmeniz ve şartlara adapte olarak o durumdan büyüyerek, güçlenerek çıkmanız…
Bu kavram ya da bunun etrafında ilk tartışma Viktor Frankl ile başlıyor. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” diye bir kitabı var. Kitapta toplama kamplarında yaşadıklarını anlatıyor. Bazı bireyler tamamen hayata küserken, bazılarının o ortamdan bile güçlenerek çıktığını aktarıyor ve Frankl nasıl oluyor da böyle bir şeyin bile bir büyüme deneyimi olarak yaşandığını tartışıyor. Sıfır noktasına gelip, değer verdiğin ve sevdiğin her şeyden uzak kalıp, böyle bir yerde, her gün ölümü beklerken bunu bir büyüme fırsatı olarak görmeyi, buradan büyüyerek çıkmış olmayı inceleyerek, “logoterapi” yani “anlam terapisi”ni başlatıyor. Hayatın anlamını bulmak ve aslında bunu farklı şartlarda esneyerek ve bütün yenilgileri, travmaları, değişen şartları, bir büyüme fırsatı olarak görmek olarak tanımlıyor. Özetle, bakış açınızı değiştiriyorsunuz ve oradan bir anlam yaratmaya çalışıyorsunuz. School Of Life’taki “resilience atölyesi” de en başında şunu soruyor: “Bu doğuştan mı gelir, yoksa geliştirilecek bir şey midir?” Aslında bazılarımızın doğuştan hayata biraz böyle baktığını görüyoruz. Bununla ilgili en güzel metafor ise bence istiridye metaforu. Derslerime de bu örneği vererek başlıyorum. İstiridye, ancak onu dışarıdan rahatsız eden bir şey olduğunda inciyi oluşturuyor. Yani onu rahatsız etmediğiniz zaman içinden böyle sert, parlak ve güzel bir şey çıkarmıyor. İşte sürekli konfor alanında kalınması da büyümenin ve gelişmenin önünde engel olabiliyor. Ancak ne yazık ki pek çok kişi biraz zorlandığında kendini bırakmayı tercih ediyor ve kötü senaryo sarmalına giriyor. Örneğin güne patronunuzdan aldığınız negatif bir e-mail ile başladınız diyelim. Bu e-mail ile birlikte katastrofik bir senaryo yazıyorsunuz; “Eyvah, mahvoldum, işten atılacağım, işten atılırsam çocuğuma bakamayacağım, çocuğum okuldan atılacak…”
Biz gerçekleştirdiğimiz atölye ile bu tür bir negatif spirale girmeyi aslında durdurabileceğinizi söylüyoruz.
Atölyelere kurumsal katılımları öneriyor musunuz? Kurumsal başarıda nasıl bir etkisi olabiliyor?
Dayanıklılık ve esneklik, kurumsal katılımlara son derece uygun bir atölye… Çünkü hepimiz hem özel hayatımızda hem de iş hayatımızda çok fazla zorluk ve kayıpla karşılaşıyoruz. İşte böyle durumlarda bakış açımızı dönüştürebilirsek, kurum içinde de esnek olabilmeyi, farklı durumlara adapte olabilmeyi başarabilirsek kurum için sürdürülebilirliği sağlamak çok daha mümkün olabilir. Dayanıklılık, birey için ne kadar kritik ve duygusal bir yetkinlikse kurumsal olarak da önemli bir yetkinlik.
Tükenmişlik sendromunu son zamanlarda daha fazla duyar olduk. Dayanıklılık egzersizleriyle bunun üstesinden gelinebilir mi?
Tükenmişlik sendromu bir tür depresyon ama her şey de tükenmişlik sendromu değil. Neden bu kadar arttığına bakacak olursak günümüzde bizden beklentilerin çok artmış olmasını sebeplerin başına koyabiliriz. Hayat çok hızlandı. Kendimden örnek verecek olursam, sabah burada ders veriyorum, akşam başka bir şehirde konuşma yapmaya gidiyorum, sonra da başka bir ülkeye seyahat ediyorum. İnsan olarak çok kısa sürede bu hıza adapte olmakta zorlanıyoruz ve aslında yapamıyoruz. Kapasitemiz zorlanınca bize “Dur” diyor ve sistem bir anda kapanıyor, sizi hiçbir şey yapamayacak hale getiriyor. Burada benim tavsiyem şu: Bu kadar zorlamamak!
Kendinize zaman ayırın, boş zamanınız olsun, iyi uyuyun, spor yapın çünkü bunları atlıyoruz. Başka şeylere o kadar vakit ve enerji harcıyoruz ki durup “Ben iyi miyim?”, “Nereye gidiyorum?”, “İyi hissediyor muyum?”, “Uykusuz muyum?” diye sormuyoruz. Hiçbirimizin sınırsız kapasitesi yok ve burada sanırım kritik olan “hayır” diyebilmek.
Zor koşullarda büyümeyi sürdürebilmenin yolları neler?
Freud’un bu konuda yazdığı çok şey var. Örneğin, yaşadığımız kayıplarla ilgili olarak -iş olabilir, aşk olabilir- Freud, yas ile melankoliyi birbirinden ayırıyor. Melankoli, yaşadığınız olumsuzluğu bütün hayatınıza yaydığınız bir süreçtir. Örneğin sevgilinizden ayrıldınız ve hayatınızın bittiğini, artık bir daha başkasıyla olamayacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Oysa yasta durum öyle değil. Freud’a göre de sağlıklı olan yas çünkü yasın inkarla başlayan ve kabule kadar giden süreçleri var. Herhangi bir açıdan kayıp yaşadığınızda da böyle bakabilmelisiniz. Hatta yaşadığınız bu kayıp sizi büyüttü mü diye bile sorabilmelisiniz. İşini kaybettikten sonra hiç yapamayacağı bir alandan girişimci olarak çıkan ve başarılı olan insanların hikayeleriyle mutlaka karşılaşmışsınızdır. Ne olursa olsun, günün sonunda yaşadığınız kaybı kabul edip bunu fırsat olarak görebilme becerisini geliştirmelisiniz. Mark Twain’in bu konuda çok dikkat çekici bir sözü var: “Hayatta çok sayıda felaket yaşadım ama bunların pek çoğu olmadı.” Gerçekten de çoğu zaman durduk yerde kaygı üretiyoruz ve bu da enerjimizi alıyor, direncimizi yıkıyor. Buna başladığınız anda durmanız gerek. “Bugün güzel bir gün” diyerek güne başlamak önemli… Kötü hissettiğinizde istiridyeyi düşünün! Fiziksel ve zihinsel konfor alanlarını lütfen zorlayın. Korkuyorum dediğiniz şeylerin üstüne gidin. Çünkü o fiziksel zorlamalar zihinsel zorlamaları da beraberinde getiriyor ve hayata karşı dayanıklılığınızı, esnekliğinizi arttırıyor.
Itır Erhart Kimdir?
Itır Erhart, Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili Edebiyatı ve Felsefe okudu. Aynı üniversitede Felsefe yüksek lisans programını tamamladı ve aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nde Felsefe öğrenimine başladı. M.Phil. derecesini kazandıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. 2006 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden doktora derecesini aldı.
Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde toplumsal cinsiyet, insan hakları, spor ve medya üzerine dersler veren Erhart, Türkiye’nin ilk yardımseverlik koşusu oluşumu olan Adım Adım’ın kurucuları arasında. Bu alanda yaptığı çalışmalardan dolayı 2009 yılında “Fark Yaratanlar” programına konuk oldu ve 2010 yılında Ten Outstanding Young Persons jüri özel ödülünü aldı; 2014 yılında ise Ashoka Fellow seçildi.
Itır Erhart’ın The School of Life Istanbul’da verdiği dersler, “Kendimizi Nasıl Tanırız” ve “İş Ortamında Dayanıklılık ve Esneklik”.