Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Hilal Elver diyor ki, “Endüstriyel tarım dünyayı tehdit ediyor. Artık çiftçiler, küçük-büyük hepsi, büyük şirketlerin hakimiyeti altında, onlara hizmet ediyor. Yani sözleşmeli eleman haline geliyorlar. Gıda egemenliği diye bir şey artık dünyada çok ciddi bir tehdit altında. Bunu ülkemizde savunmanın, anlatmanın zamanı geldi de geçiyor.”2015 yılında, 777 milyon kişi açlıkla mücadele ederken bu yılki rakamın 815 milyona yükseldiğini biliyor muydunuz? Bu da dünya nüfusunun yüzde 11’inin aç olduğu anlamına geliyor. Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Hilal Elver, gıda hakkı, açlık ve üretim fazlalığı konusundaki gerçekleri bizimle paylaştı.

Öncelikle sizi tanıyalım. Bize kendinizden ve profesyonel geçmişinizden bahseder misiniz?

Ben akademisyen olarak yıllar önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde göreve başlamıştım. 1994 yılından itibaren de akademik hayatıma yurtdışında devam ettim. Sırayla Roma Hukuku, Karşılaştırmalı Hukuk, Türk Çevre Hukuku, Uluslararası Çevre Hukuku, Uluslararası Hukuk, İnsan Hakları konularında ders verip yayınlar yapıyorum. İlk İngilizce kitabım Uluslararası Suların Barışçı Kullanımı: Dicle ve Fırat Nehirleri, 2000 yılında; ikinci kitabim İnsan Hakları Açısından Başörtüsü ve Laiklik, 2012 yılında, Oxford Üniversitesi tarafından basıldı. En sok kitabım Paul Wapner ile ortak olarak editörlüğünü yaptığım İklim Değişikliğinin Yeniden Hayata Geçirilmesi adı altında, 2016 yılında yayınlandı. 2014 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından Gıda Hakkı Özel Raportörlüğü görevine seçildim. Şu anda ikinci dönemdeyim ve bu görevim 2020’de sona erecek.

BM Gıda Hakkı Özel Raportörü olarak görev yapıyorsunuz? Gıda Hakkı Raportörlüğünü bize anlatır mısınız?

Bu görev, 3 yıllık iki dönem olarak 6 yıl süren, uzmanlık alanlarındaki yetenek ve bilgiler göz önüne alınarak İnsan Hakları Komisyonu üyesi devletler tarafından oy birliğiyle ve seçimle atanan, ancak Birleşmiş Milletler memuru statüsünde olmayan bir görev alanı. Yani ne bir ülkeye ne de Birleşmiş Milletler’e bağımlılık yok ve maaşlı bir statü değil. Bu, insan haklarının özel durumundan kaynaklanan ve bağımsız olarak görev yapmamızı sağlayan bir statü… Birleşmiş Milletler memuru değiliz ama Birleşmiş Milletler’i temsil eden ve bu temsilin gerektirdiği bütün yasal statü ve kuvvetine sahibiz. Raporlarımız Birleşmiş Milletler’in bütün raporları kadar yasal olarak ülkeleri bağlayıcı. Protokol olarak da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri statüsüne eşit bir durumu var. Hemen hemen her insan hakkı alanında (hem politik haklar hem de ekonomik, sosyal ve kültürel) bir özel raportör var. Birkaç tane de ülke bazında özel raportörlük var, örneğin Filistin, Burma, Kuzey Kore gibi.

Benim görevlerim arasında her yıl iki ülkeye misyon seyahati yaparak ülke özelinde gıda hakkı alanındaki hukuki ve politik kararları ve uygulamalarını denetlemek ve Birleşmiş Milletler’e rapor sunmak; ayrıca yılda iki kez de tematik raporlar hazırlayarak sunmak bulunuyor. Tematik raporların konu seçimi, ülke secimi konusunda da tamamen bağımsız karar veriyorsunuz. Bunun dışında insan hakkını ilgilendiren uluslararası toplantılara, akademik tartışmalara katılmak ve tanıtıcı yayınlar yapmak gerekiyor.

İklim değişikliği konusunda yapılan Paris Anlaşması’nın birinci yıl dönümünde yayımlanan Gıda Sürdürülebilirliği Raporu’na göre önümüzdeki 40 yıl içinde açlık riskiyle karşı karşıyayız. Gıdaya erişim konusunda geleceğimizi tehdit eden unsurlar nelerdir?

Gıdaya erişim konusundaki sorunların başında dünyadaki çatışmalar ve iklim değişikliği nedeniyle daha artarak ve daha uzun dönemleri kapsayarak ortaya çıkan kuraklık, çölleşme ve su baskınlarının gıda üretimi ve erişimi üzerindeki olumsuz etkileri geliyor. Genelde de bu iki sorun bir arada karşımıza çıkıyor. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde iklim değişikliği açısından en tehlikeli durumda olan yerler, şu anda bile önemli bir tehdit altında. Gelecek 40 yılı artık tahmin etmeye bile gerek yok.

Tabii bunun dışında ülkelerin yanlış iç politikaları, küreselleşmenin getirdiği ekonomi ve tarım politikalarının gelişmekte olan ülkeler üzerindeki olumsuz etkileri, dış ticaret ve tarım politikaları nedeniyle ülkelerin kendi kendine yeterli olmaktan çıkarak dışarıya bağımlı hale gelmeleri, gıdaya ulaşım konusunda özellikle gelir seviyesi düşük kitleler üzerinde çok önemli sonuçlar doğuruyor. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor ki açlık ve gıda güvensizliği, yeterli gıdanın olmamasından değil, ekonomik nedenlerden dolayı gıdaya ulaşamamaktan geliyor. Yoksa dünyada şu anda çok ciddi bir gıda üretim fazlası var.

Dünyada açlık ve gıda sorununun boyutları nedir? Türkiye’ye baktığımızda gıdanın geleceği açısından öngörüleriniz nelerdir? 

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu’nun yıllık raporlarının sonuncusu olan 2017 raporuna bakarsak maalesef açlığın giderilmesi ve gıda güvenliğinin sağlanması konusunda ileri değil, geri gidiyoruz. Örneğin, 2015 yılında 777 milyon kişi açlıkla mücadele ederken bu yılki sayı, 815 milyon. Bu dünya nüfusunun yüzdede 11’inin aç olduğunu ve bu sayının %5 arttığını gösteriyor. Örneğin, dünyadaki 5 yaşın altında her 4 çocuktan biri açlık nedeniyle gerekli boy ve kiloya ulaşamıyor, beslenme yetersizliği çekiyor.

Türkiye’nin durumuna gelince, neyse ki Türkiye, açlık tehdidi altında olan bir ülke değil. Hatta Türkiye gıda ve insani yardımlar konusunda dünyada en önde gelen ülkeler arasında. Ayrıca Türkiye son yıllarda açlık ve gelir düzeyinin arttırılması konusunda çok iyi politikalarla bu sorunu en aza indirmiş durumda. Bunlar olumlu politikalar. Olumsuz politikalara gelince, Türkiye giderek, dışarıya gıda satan bir ülke konumundan, dışarıdan gıda alan bir ülke haline geliyor. Bu çok ciddi bir tehlike, ileriye yönelik. Bunu son yıllarda gündemde çok yeri olan et ithali, hayvan yemi ithali konularından dolayı herkes biliyor.

Ayrıca Türkiye, iklim değişikliğinden olumsuz etkilenecek olan kuşakta yer alıyor. Yani hem kuraklık hem de tatlı su kaynaklarının giderek azalması, yağmurların yetersiz kalması ya da çok hızlı yağışlar nedeniyle sel tehlikeleri altındayız. Bu tarım sektörünü ciddi bir şekilde etkileyecek, hatta etkiliyor. Hızlı kentsel ve endüstriyel gelişmeler, tarım topraklarını tehdit ediyor. Küçük çiftçilerin korunması, köylünün toprağına geri dönmesi gerek. Bunun için de tarımı atraktif hale getirmek lazım. Çok önemli politikalar gerekiyor. Ama bu politikalar, bütün sektörlerin ortaklığıyla ele alınmalı.

“Gıda Hakkı” hakkında neler söyleyeceksiniz? 

Gıda hakkı, 1948 Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesi ile uluslararası hukukta korunan, temel bir hak. Ayrıca Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Konvansiyonu’nun 11’inci maddesiyle yasal koruma altına alınmış. Batılı ülkeler, özellikle ABD, bu hakları insan hakları statüsü açısından siyasal ve politik haklar ile eşit tutmuyor. Bu nedenle de dünyada bu haklar daha çok gelişmekte olan ülkelerin gündeminde. Hâlbuki batılı ülkelerde bu konu çok ciddi tehdit altında olmasına rağmen… Gıda hakkının bir insan hakkı olarak kabul edilmesi, kişilere devletin gıda ile ilgili politikalarını irdeleme hakkını veriyor. Eğer gıda hakları devlet politikaları tarafından doğrudan veya dolaylı olarak tehdit ediliyorsa yargı yolunu açan ciddi bir hak. Bu nedenle çok önemli ama halen birçok ülkede ve birçok platformda bunu bilmeyenlere anlatmak gerekiyor. Bir bilgi ve algı eksikliği söz konusu.

Türkiye’nin gıda ve tarım politikaları için neler düşünüyorsunuz? Neler yapılmalı sizce? 

Türkiye ekolojik zenginliği olan, çeşitli iklim kuşaklarının olduğu, şanslı bir ülke. Ama bu şansımızı zorlamamak gerekiyor. Çünkü bu kaynaklar çok sınırlı, özellikle de iklim değişikliğinin hızla etkisini gösterdiği son yıllarda… Tarım politikaları, iklim değişikliği, çevre kaynaklarının korunması, kentsel gelişim ve endüstriyel gelişimin, sosyal güvenlik politikalarının, hatta kadın politikalarının bir arada görüşülüp konuşulduğu, topluma açık, şeffaf platformlarda değerlendirilerek yapılmalı. Yol yakınken dönmek mümkün. Endüstriyel tarım dünyayı tehdit ediyor. Artık çiftçiler, küçük büyük hepsi, büyük şirketlerin hakimiyeti altında, onlara hizmet ediyor. Yani sözleşmeli eleman haline geliyorlar. Gıda egemenliği diye bir şey artık dünyada çok ciddi bir tehdit altında. Bunu ülkemizde savunmanın, anlatmanın zamanı geldi de geçiyor. Bunu yapan bir avuç insan var, hem de çok iyi yapıyorlar. Onlara daha fazla yer vermek, onları daha fazla dinlemek lazım.

Uzmanlar her gün Berlin, her yıl Filipinler büyüklüğünde tarım alanını kaybettiğimizi belirtiyor ve sürdürülebilir tarım politikalarına dikkat çekiyor. Tarım ve gıda israfı konusunda ne gibi somut adımlar atılmalı? 

Yine yukarıda sözünü ettiğim gibi, artık bunları konuşmak yetmiyor, bir yerlerden başlamak gerekiyor. Eğer bu toprakların kaybedildiği söyleniyor ise o zaman neden önlemler alınmıyor? Demek ki bu konuda ciddi bir karşı tepki var. Bu da büyük şirketlerin inanılmaz kâr amaçlarıyla özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümeye verdikleri büyük yer. Bu iki önemli kuvvet, maalesef sürdürülebilir kalkınmanın ekonomik yönüne bakıp, ekolojiyi göz ardı ediyor.

Gıda israfı da çok önemli. Dünyada yüzde 30-40 üretilmiş gıda, değişik seviyelerde çöpe gidiyor. Evet çok önemli, ama bu politika üretimin ciddi olarak gözden geçirilmesini göz ardı etmemeli. Yani üretim odaklı politikalarla gıda israfı önlenemez. “Az ve yerinde üret, doğru üret, az tüket.” Tüketimi kısmadan, tarımı hızlandıran, özellikle tek düze üretime yönelik politikalar çok tehlikeli.

BM gıda kaybının ve gıda israfının önüne geçilmesine yönelik ne gibi projeler gerçekleştiriyor? 

Ben gıda israfı üzerinde çok durmuyorum şu günlerde. Çünkü açlık çok ciddi boyutlarda. Ayrıca gıda israfını önlemek için her alanda, her seviyede, her ülkede farklı çözümler getirilmesi gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerde alt yapı eksikliği, gelişmiş ülkelerde tüketiciye ulaştığı zaman… Yani ambalajlamadan tutun, süpermarketlerin desteklediği çok fazla ve aşırı tüketim en büyük sorunlar. Modern hayat da cabası. Hepimiz kişisel olarak buna önem vermeliyiz. Birleşmiş Milletler’in kararlarının uygulanması beklersek, maalesef bu sorunu çözmek için çok geç kalmışız demektir.

Gıda hakkının, gıda ve beslenme hakkı olarak ele alınması gerekiyor. Aşırı üretim, beslenme açısından zararlı üretim, insanları hasta ediyor. Dünyada aşırı beslenme ve obezite, şu anda açlık kadar önemli. Birçok ülkede hem açlık hem de obzite ve aşırı gıdadan kaynaklanan hastalıklar baş gösteriyor. Diyabet, kalp ve damar hastalıkları, bazı kanserler dünya sağlığını tehdit eder düzeyde. Bu hastalıkların büyük bir nedeniyse yanlış beslenme. Bu nedenle bir yandan kıtlık ve savaşla, iklim değişikliğiyle uğraşırken bir yandan da aşırı tuz, şeker, yağ içeren “junk food”lar ve onları üreten dünya devleriyle savaşmak gerekiyor.